21 Aralık 2011 Çarşamba

Bir Söz








Şu anda aşağı yukarı tüm sanatçıların hem fikir olduğu bir düşünce var. Artık günümüzde neredeyse söylenmemiş bir söz, henüz yapılmamış bir resim, çekilmemiş bir fotoğraf karesi yok. Dokunulmamış bir durum, akla gelmedik bir düşünce yok, neredeyse keşfedilmemiş bir alan yok.


Bu durumda önemli olan sizin sözünüzü nasıl söylediğiniz. Cümlenizi nasıl kurduğunuz. Yaptığınız resmin, yonttuğunuz heykelin, yazdığınız yazının, çektiğiniz fotoğrafın, müziğinizin, dansınızın arkasında, yaratımınızın dayandığı söz nedir? Cümleniz ne kadar sağlam ve güçlü ve hatta duyarlı? Dokunuşuyla, duruşuyla; gönül telimize, düşünce ufkumuza erişebiliyor mu?


Yaşadıklarımızı sadece bize özgü duygu ve düşünce çerçevesinde ve samimiyetle ifade etmenin gücüne inanıyorum. Biraz da cesaretle, alışkanlıkları tepetaklak ederek, ezberlediklerimizi yıkarak, başka bir perspektiften sözümüzü ifade edersek mucizelerin ortaya çıkacağını düşünüyorum.


Gözlerimdeki rengi yansıtan resmi, ellerimin uzantısı olan heykeli ve duygularımın sesini haykıran fotoğrafı çekmek isterim.


Fırtına yardımcım, isyan arkadaşım, sakinlik kendim olsun.





iris


Torba-Bodrum
Aralık.2011

16 Aralık 2011 Cuma

Doğanın Kanunu Bu





Rüzgâr hangi yönden eserse hava daha soğuk olur?

Sular en fazla ne zaman çekilir?

Karabulutlar hangi dağın arkasından gelirse, o dayanılmaz, bardaktan boşanırcasına yağmurlar yağar?

Hangi mevsimin meyvesi daha sarıdır?

Kış soğukları başlamadan toprak yeşerir mi?

Küçük canlılar için kış kaçınılmaz ölüm müdür?

Geceler uzadıkça doğa daha mı çok uyuyor. Ben kendime kapanıyorum.

En çok ne zaman acı duyarız.

Toprağa basarak köklenebilir miyim? Ve bu en güvenli olduğum an mıdır?

Ya içimden kelebeklerin havalandığı, görüş mesafemin bir şahin kadar keskinleştiği an ben kimim?

Sevincim kimlerle.

Öfkem kimlere.

Peki; hiç anlayamadığım durumlar, bütün hissettiğim zamanlarım var mıdır?

Yoksa hiçbir şey tamamlanmayacak mı?

Özgürlük hangi noktada.

İçimdeki sevinci hissetmek.

Artık daha yavaş yürüyorum…

Elde edilen bir şey yok.. Kaybedilen de..

Doğanın kanunu bu.



iris

Torba-Bodrum
Aralık.20011

9 Aralık 2011 Cuma

Toprak Kadın





Çizgiler. Bir sürü çizgi. Karman karışık. Çiziliyor. Şuradan aşağı doğru bir çizgi iniyor. Önce kıvrılıyor. Saçlarının arasından, ensesine ve boynuna doğru iniyor. Ensesinden sırtına oradan da kuyruk sokumuna ve kalçalarına kıvrılıyor.
Bu bir kadın.

Yukarı doğru bakmalı. Ama olmuyor. Aşağı doğru bakıyor. Tam önüne. Memesi. Memesinden aşağı karnına oradan da eline doğru bakıyor. Tam avucunun içine.

Bu bir kadın. Toprak rengi bir kadın. Toprak kadın.

Arkasından sarı bir ışık süzülüyor. Bir huzme. Saçlarının arasından ensesine dokunuyor. Kadın bunun farkında bile değil.

Kadın kızıl kahverengi bir toprak.

Kadının içinden, karnından, belki de yaratım bölgesinden bir kırmızılık fışkırıyor. Kırmızı değil. Bu renk aslında bordo. Koyu bir bordo.

Kadın topraktan. Aslında daha da çok sudan. Yapısı daha çok su. Sudan oluşuyor. İçi su. Dışı da su. Her tarafını su kuşatıyor. Göl gibi, nehir gibi, deniz beklide okyanus gibi.

Evren gibi.

Pırıltılarla dolu… Canlı…

Kadının etrafında…. Avucunda… Yaşam…

Bu bir resim.  



iris
Aralık 20011
Torba-Bodrum

16 Kasım 2011 Çarşamba

Kendimle İlgili












Yıllar boyu hep kendimle uğraştım. Kitap okudum. Bilginin peşinden gittim. Sanata doğru koştum. Yeni olana ilgi duydum.
Bana kapı aralayacak, yol gösterecek, beni aydınlığa götürecek, ufkumu açacak insanlarla konuştum. Kendi konusunda bilgili ve de zeki insanlar ayrıca ilgimi çekti. Hele bir de yetenekleri olan insanları hiç kaçırmamağa çalıştım.

Bedenime özen gösterdim. Spor yaptım. Yüzdüm, yürüdüm, kaydım ve de yoga… Yediklerime az çok dikkat ettim.

Sevinç duyduğum, kahkaha attığım, heyecanlandığım anları kaçırmamağa çalıştım. Hatta o anlara müthiş saygı duydum.

Dostlarımdan, doğadan, doğal olandan kopmamağa özen gösterdim. Çevre değişikliği, bulunduğum ortamı değiştirmek hep hoşuma gitti.

Mesleğimi yaparken bilgimi kullanmak, hastalarıma özenle yaklaşmak, el becerimi sergilemek onurumu okşadı. Resim ve heykel yapmakla kalmayıp el mahareti isteyen her ne yapılabilirse, hepsine merak saldım. Ve yapmağa gayret ettim. Şarkı söylemek çok isterdim. Ancak sesimden hoşnut kalmak pek mümkün değil. Şimdide yazı yazmak hoşuma gidiyor.

Her kez benim yaptığım gibi kendinle uğraşıyor mu bilmiyorum? Bedenimi hizalamaktan tut da, düşüncelerimin farkına varmağa çalışmak, hislerimin beni ne şekilde, nereye yönlendirdiğini anlamağa çabalamak. Üstüme yapışmış alışkanlıklarımı kırıp, onlardan kurtulmağa çalışmak. Kırıcı veya ters olduğuna inandığım davranış kalıplarımı kaldırmağa uğraşmak. Yeniye bakmak. Yeni olanı içime almak, bedenime sindirmek, üstüme uydurmak. Yaşam koşullarından dolayı edindiğim, üstüme yapışan kabuklardan, maskelerden kurtulmak. Kabuk, kabuk soyulmak, soyunmak. İçime, içime ilerlemek. Hatta dibime düşmek. Araştırmak. İlerlemek, bazen geri düşmek, korkmak, heyecan duymak, kızmak, üzülmek, sevinmek, kaymak, toparlanmak…

Bütün bunlar neden diye düşününce de tek bir cevap geliyor aklıma; ne kadar kendim olursam, ne kadar kendime, aslıma, özüme dönebilirsem, o kadar sade ve geçirgen olabilirim. Bir o kadar da açık.

Gerçek yaratıcılığın ve gerçek sevginin de sadece ve sadece bu alanda bulunabileceğine inanıyorum. Özgür olmanın da ancak bu şekilde gerçekleşebileceğini düşünüyorum.


iris

Kasım 2011

Torba_Bodrum




2 Kasım 2011 Çarşamba

Resim


Resim



Önce içimde bir duyguya bir ok saplanıyor.

Sonra gözüm gidip bir yerlere yapışıyor.

Ve aklım bir düşünceye kalıyor.

Hepsi beraber, hep birlikte, bir o yana, bir bu yana devrilip, devinip duruyorlar.

Uyku tutmayan huzursuz düşünceler gibi.

İflah olmayan huysuz duygular gibi.

Büyüyorlar, irileşiyorlar, şişiyorlar, birbirlerine giriyorlar, baş edilemez bir hal alıyorlar.

İşte şimdi;

Çizgi gerekli

Renk

Baskın renkler, yumuşak renkler, uyumluyumsuz, kalınince çizgi, uzayan, karışan, sert yumuşak, eğri, belki, araştıran, hiç bitmeyen...

Akıyor, sıçrıyor, karışıyor, siliyor, boyuyor, geçip gidiyor, gidiyor mu?

Neler oluyor? Yoksa oluyor mu?

Biraz sıkıntı, az fazla sancı, daha da imkânsız

 Ağır, kayıp

 Çabucak

 Bir fırça darbesi, güzel bir ışık huzmesi, bir parıltı...

Doymamış renkler, eksik, olgunlaşmamış yerler, bitmemiş alanlar

Yarım kalan

Çözümlenemeyecek, tamamlanmamış bölgeler

Ben gibi,

Alıp götüren hayaller, masal, huzur.

Olabilir bölümler,

Beğenilen güzeller,

Rahatsız eden duygular,

Bir bütün...

Bitti. Bitti mi?



Belki bir tarih

Zor atılan bir imza



iris

Ekim.2011

Torba-Bodrum

16 Ekim 2011 Pazar

Hızır Kampı


Hızır Kampı



Sekiz saat süren gece yolculuğundan sonra geldiğimiz yerde bizi bekleyen arabaya bindik.

Önce Zeytinli beldesine vardık. Arkasından iyice daralan eğri büğrü çakıl taşlı yollardan geçip Mehmet Alan köyüne geldik. Burası Türkmenlerin yaşadığı bir köy. Daha da dikleşen zor yollara doğru saptık. Şoförümüz bu karman çorman yolları avucunun içi gibi bilmekle kalmayıp, sanki buralarda araba kullanmak çok kolaymışçasına bizi kalacağımız yere ulaştırdı.

Kampta bizi ilk olarak sevimli surat bir köpek karşıladı. Sonradan adını öğrendiğimiz Esmer sanırım en cana yakın olanıydı. Diğer iki köpekten birinin adı Kara diğerinin ki de Fitan Fili. Fitan fili aslında mavi kuyruklu bir kertenkele cinsiymiş. Bu dost köpekler, kampın çevresinde yürüyüşe çıkanlara rehberlik ediyorlar ve her kim olursa olsun mutlaka kampa geri döndürüyorlar.

Hızır Kampı, vadinin tam içinde, zeytinlikler arasında ve etrafı çam ağaçlarıyla çevrili. Bütün evler taş veya ağaçtan yapılmış. Hemen yanında çok güzel, tertemiz berrak suyu olan bir akarsu var. Yer yer de göletler oluşmuş. Her hücrenize kadar sarmalandığınızı hissediyorsunuz. Ve su atlamanız için size her an bir davet sunuyor. Ancak su buz gibi soğuk. Hemen atlayıp bir süre yüzmeniz gerekiyor ancak ondan sonra artık çıkasınız gelmiyor. Sanki sizde yüzyıllardır bu doğanın bir parçasıymışsınız gibi hissediyorsunuz. Balıklar hemen çevrenizi sarıyor ve sizden asla ayrılmak istemiyorlar. Boy boy renk renk yuvarlak taşlar var. Adeta hepsi o yüksek kaya parçalarının çocukları gibi. Ağaçların dalları hep suların içinde. Suya girince suyla, ağaca çıkınca ağaçla, otururken taşla, toprakla, esen rüzgârla bütünleşiveriyorsunuz!

Asıl söylemek istediğim, ben burada beklenmedik bir şekilde bir kaya parçasına âşık oldum. Dalgın dalgın yürürken aniden karşıma çıkıverdi. Etrafıma bakındım, kimsenin olmadığına emin olunca, usulca gidip o’na sarıldım. Beni hemen kabul etti. Bende kendimi iyice ona açarak, kollarım, göğsüm, bacaklarım, tüm bedenimle onu kucakladım. Gün ortası olduğu için güneşin tüm sıcaklığını bana geçirdi. Gece olsaydı gecenin soğukluğunu vereceğini düşündüm. Cüssesi inanılmaz büyüktü. Yüzeyi pürüzsüz. Yanağımı dayadım. Kalakaldım. Sonsuz güven vericiydi. Ara ara başımı kaldırıp onu incelemeğe çalıştım. Güzelim açık gri renginin arasında sarı çizgileri vardı. Yol yol yıl yıl. Binlerce yıldır yaşadığını belli eden bir bilge. Tüm bilgeliğini de içime almak istedim. Yanından zor ayrıldım. Biraz uzaklaşıp baktığımda, pürüzsüz dış yüzeyine, çizgilerine, heybetine, doğasına tekrar hayran kaldım. Hatta fark ettim ki; tüm bilgeliğiyle bana yön gösteriyor. Hayata dair.

Genç halini düşündüm. Ancak ve ancak yıllar içinde, sabırla bir tek su taşa hükmedebiliyor.





İris



Ekim 2011

Torba-Bodrum


9 Ekim 2011 Pazar

Bir Serginin Ardından

Bir Serginin Ardından



Temmuzda Torba’ya geldiğimde beni ciddi bir sürpriz bekliyordu. Yaklaşık üç senedir Torba’da yaşayan kocam Can Pala nam-ı değer Jean Paul, artık ben de Torba’da daha uzun süreler kalayım diye çeşitli numaralar hazırlıyordu. İşlettiği Yengeç Restaurant-Plaj’ın yan kısmına Yengeç Sanat Platformu açmıştı. Ve iki gün içinde de benim sergim açılıyordu. Otuz kadar 100x100 cm. tablo ile kucak kucağa kalmıştım. Serginin açılacağı alan gerçekten de bir sanat platformuydu. İlerleyen günlerde de Rifat Koçak’ın metal konstrüksiyonlarından oluşan devasa heykellerine, Ahmet Hıdır’ın kendisi gibi sıcak, dost seramiklerine, Maryam Hamed Esmaili’nın, Saliç Koçak’ın renkli yağlıboyalarına, Yıldız Feldman’ın Bodrum evli ebru ve fotoğraflarına ev sahipliği yapacaktı. Platform, Torba koyunun tam ortasında, denizin üstünde, zeytin ağaçlarının gölgesinde, zakkumlarla çevriliydi. Çok heycanlıydım. Bu benim açık havada ki ilk sergim olacaktı. Davetiyeler hazır, yenecek içecek nevaleler belliydi. Bir de, önünden başımı eğip, yüzümü kapatarak geçtiğim, üstünde benim kocaman resmimin olduğu bir sergi panosu vardı. Hay allahım…

Önce endişeyle sonra merakla resimlerime tek tek baktım. Yerleştirmeğe başladıkça içimi bir sevinç kapladı. Yavaş yavaş resimlerin de bu durumdan hoşnut olmağa başladıklarını hissettim. Şimdiye kadar hep güzel, büyük ama kapalı salon duvarlarında sergilenmişlerdi. İlk defa açık havada sergileneceklerdi. Resimler yerlerini buldukça sevincimiz arttı. Ve fark ettim ki, yıllardır yaptığım bu resimlerin renkleri, doğanın renkleri ile ne kadar da uyumlu imiş. Ve fark ettim ki, kapalı mekânlarda yaptığım bu resimlerin renklerini hafızam hep doğadan biriktirmiş. Zeytin ağacının kabuğunun yeşilimsi grisi, yapraklarının gümüşi yeşili, denizin turkuaz mavisi, gökyüzünün camgöbeği mavisi ve zakkumların pembesi.

Çok keyifli geçen bir sergi oldu. Bodrum’un yerel gazetesinde yayınlanan yazımı da burada paylaşmak istiyorum.

“iris”

Dış dünyamın güzelliğini, renklerini, iç dünyamın değişkenliğini, şaşırtıcılığını, hayatın acı tatlı yanlarını sözlerle ifade edebilmeyi beceremediğim için Resim yapmağa başladım.

Benim için Resim, kendimi önce kendime sonra başkalarına anlatabileceğim en güvenli alan oldu. En içten duygularımı en dürüst şekilde ifade edebileceğim en cömert alan. Ve tabi ki tutkuya dönüştü.

Kadın;  resimlerimde ister istemez ön plana çıktı. Bir de tamamlanmamışlık… Tuvalimde yer yer görülen bitmemişlik izlenimi veren eskiz çizgileri, doymamış boyalar, bazı bölgelerde olgunlaşmış renkler ve tamamlanmış resimler. İşte benim resmimin ana hatları. Bunların bizimle, hayatlarımızla örtüştüğünü düşünüyorum.

Yengeç Sanat Platformu’nda açtığım bu sergi benim için çok özel oldu. Birincisi Yengeç Restaurant işletmecisi olan eşim Can’ın bana bir sürprizi olarak gelişti. Adeta Torba’ya gelişimi kutlayan bir açılış oldu. İkincisi de açık havada, doğada yapılan ilk sergim. Şimdiye kadar hep çok güzel büyük sergi salonlarında sergiler açtım. Ancak hepsi de kapalı mekânlardı.

Bu sergiyi yerleştirirken aniden fark ettim ki benimle birlikte resimler de mutlu olmaya başladılar. Adeta hepsi renklerini doğayla birleştirdiler. Zakkumun pembe çiçeği, zeytin ağacı gövdesinin kabuğu, çakıl taşları, fonda ki mavi deniz ve gökyüzü, balıklar da duruma dâhil oldular mı bilmiyorum. Sadece ara sıra esen şiddetli rüzgâr resimlerin uçmasına neden oldu ve belki de bunu kıskanan kuşlar da bazı resimlerin üzerine pisliklerini bırakmayı ihmal etmediler.

Bilen bilmeyen, yoldan geçen herkesin ziyareti, ilgisi hepimizi çok mutlu etti.

Yengeç Sanat Platformu’nda bu sergilerin devam etmesini diliyoruz.



Seneye daha da güzel sergilerde buluşmak dileklerimle. Heyecanla bekliyorum.



İris

Ekim.2011

Torba-Bodrum

24 Eylül 2011 Cumartesi

Çöp Adam


Çöp Adam



Çöp Adam çizmek. Dünyanın en yaratıcı çizgisi. Sözüm; ben Çöp Adam bile çizemem diyenlere. Hiç yaratıcı değilim, o kadar kabiliyetim yok ki… demek isteyenlere. Yaratıcılığı ve kabiliyeti kendilerinden milyonlarca yıl uzağa yerleştirip, kendilerini bu duruma ikna etmeğe çalışanlara.

Yaratıcılık, ulaşılması çok mu imkânsız bir şeydir. Bizden çok mu uzaktır. Yoksa bir bakış kadar mı yakındır. Belki bir anlık bir his, bir farkındalık, bir düşünce ve bir ifade.


Önce çocuksu bir merakla etrafa bakmak. Olan biteni, belki de hayatı fark etmek. Sonra aynı çocuksu bir merakla bir de kendimize bakmak. Bunu içtenlikle, açıklıkla, merakla yapmak. Biraz zaman tanımak. Araştırmak, soru sormak, cevapları merak etmek. fark etmediğimiz ayrıntıları, yönleri bulmağa çalışmak. Biraz tutku ile tüm dikkat ve enerjimizi yaptığımızda toplamak. Aç kurtlar gibi kaynağa doğru inançla kendimizi vererek ilerlemek. Heyecanlanmak. Yeni bir şeylere ulaşınca sevinmek, mutlu hissetmek, belki de bir tamamlanmışlık duygusu…

Daha ileri gitmek istersek, sınırları fark etmek. Çevrenin bize koyduğu sınırları, bizim kendimize koyduğumuz sınırları fark etmek. Bu sınırlara dokunmak ve biraz da ötesine geçmek. Sınırların ötesinde kaybolunabilineceğini göze almak. Belirsizlik duygusunun zorlayıcı heyecanında kalabilmek. Yeniğe, değişik olana kapı aralayabilmek.

Hepimizin dış dünyası farklı. İç dünyalarımız ise daha da farklı. Gördüklerimiz, algılama biçimlerimiz, bilgileri belleğimize atıp oradan geri toparlamamız ve ifadelerimiz hep farklı. Yetiştirildiğimiz ve yaşadığımız ortamlar, genetik yapılarımız çeşit çeşit. Üstelik bizle birlikte her şey her an değişiyor.

Etrafımızda, evrende, varlığımızda her şey mevcut. Sadece bakılmayı, fark edilmeyi bekliyor. Ve mutlaka ifade edilmeyi. Cesaret ve gayretle.

Ve ifade etmek. Artık bize ait olanı bize en uygun biçimde ifade etmek. Bazen sevinçle, bazen öfke ve kavga ile belki bazen bir huzur dalgası içinde veya eğlenerek yani içimizden geldiği gibi dışa vurmak.

Artık istersek dans edelim, istersek şarkı söylemek, resim yapmak, yazı yazmak, Çöp Adam çizmek, koşmak, ekip-biçmek, yemek pişirmek ve ne olursa olsun. Yeter ki ifade edilsin ve bizde kalmasın. Dolsun, taşsın, aksın, bitsin.

Hepimiz yaratıcıyız. Zaman zaman da kendiliğinden An’da içimizden gelen sürprizler olabilir. Müthiş mutluluk veren, mucize gibi yaratım anları…

Yaratmak hepimize çok yakın.

Çöp Adam çizgisi kadar sade, basit.



iris



Torba-Bodrum

Eylül,2011




5 Eylül 2011 Pazartesi

Zeytin Ağacı


Zeytin Ağacı

Şu ağaçla arkadaş olmak istiyorum. Beni arkadaşı olarak kabul etsin istiyorum. Benden çok çok çok daha yaşlı. O kadar çok sene var ki üstünde, onu çok da güzelleştirmiş. Bedeni, gövdesi inanılmaz kalın. Aslında kısa boylu. Gövdesinin üzerindeki kabuklar olabildiğine girintili çıkıntılı, arada yumrularıda var, güçlü ve güvenli. Kabuklarının rengi içinde yeşili olan bir gri, ayrıca parlak. Kim bilir gövdesinin içinde, kabuklarının altında, kovuklarının detaylarında neler gizliyor. Çeşitli canlılar, böcek aileleri, belki kuş yuvası, sürekli değişen bitkiler, yüzyılların bilgisi, sırrı…

Bu Zeytin Ağacı ile bunun için arkadaş olmak istiyorum. Beni arkadaşı olarak kabul eder mi? Ben şimdiye kadar hep konuşarak arkadaşlıklar kurdum. Mutlaka hislerle bağlar oluşturdum. Hiç konuşmadan arkadaş olabilmek, onu anlamak, kendimi anlatmak pek mümkün olmadı. Bu Zeytin Ağacını sadece sevsem ve onu çok merak edip anlamak istesem. Beni fark eder mi?

Doğa böyle bir şey işte, hem kendine o kadar çok hayran bıraktırıyor, bu da yetmezmiş gibi üstüne bir de bitmeyen bir merak duygusu ekliyor.

Bu zeytin ağacı da öyle. Bir kere o kadar güzel ki, hayran olunmaması mümkün değil. Kalın kısa gövdesini kaplayan müthiş kabukları, ince ince dalları, her biri uçuk gümüşi yeşil yaprakları ve şu an henüz tam olmamış sert oval acı mı acı zeytinleri. Kaç kuşla arkadaşlık kurdular acaba. Kaç çeşit kuş zeytin ağacını evi bildi ve ailesini kurdu. Rüzgârda birlikte savrulurken hangi sırları, bilgileri paylaştılar. Kaç hayat tecrübesi edindiler. Güneş en sert ışınlarını onlar için yolladı. Bu zeytin bu yöreyi ve bu iklimi seviyor. Denizin kokusu, nemi, rüzgârın etkisi, belki çok uzak ülkelerden ulaştırdığı haberleri var. Yağmur bulutları kim bilir nerelerden geçip geldiler ve hangi ülkelerin zenginliklerini taşıdılar.

Bu zeytin ağacının, bu güçlü gövdenin kökleri nerelere kadar uzanıyor ve uzandığı o topraktan kim bilir ne zengin malzemeler topluyor. En kadim bilgi, belki en büyük zenginlik, bolluk topraktan geliyor. Ve zeytin ağacının kökleri hassasiyetle bunları seçiyor ve bedeninin içine alıyor. Harmanlayıp meyvesini veriyor. Bu arada yer altındaki canlılarla da ahbaplık kurduğuna eminim.

Zeytinlerini bana sunuyor. Bende sadece zeytinlerini yemekle kalmayıp zeytinyağını da bildiğim bilmediğim her yemeğe katıp bedenimle buluşturuyorum. Ve zeytin ağacının tüm maceralarını, tüm dostluklarını, tüm bilgeliğini, bolluğunu kendime katıyorum.

Bu Zeytin Ağacı beni dost olarak kabul eder mi? Hayranlıkla uzaktan onu seyrediyorum. Yanına gidip sonsuz bir sevgi ile kalın kabuklu gövdesini kucaklıyorum, meyvesini şükranla bedenime alıyorum ve önünde saygı ile eğiliyorum.

Diğer zeytin ağaçları aklıma geliyor

Ve

Ceviz ağaçları, atkestanesi, vişne ağacı …



İris

Eylül 2011,Torba Bodrum

2 Eylül 2011 Cuma

İnsan Misali


İnsan Misali



Doğa, tüm mucizelerin ana kucağı. En güzel örneği de insan. Ancak ben ağaçlardan söz etmek istiyorum. Özellikle de meyve veren ağaçlardan. Gerçi tüm ağaçların kendine göre verdiği bir ürün var. Benim söz etmek istediğim, bizim bildiğimiz, anladığımız türde meyve. Meyve değince hemen aklımıza gelen. Güzel renkli, müthiş kokulu, albenili, inanılmaz lezzet de ki mucizeler…

Görür görmez gözümüzü bayram ettiren, ağzımızın suyunu akıtan, kokuları inanılmaz duygular uyandıran, ellediğimizde içimizi uçuran mucizeler. Biliyoruz ki tüm ağaçların meyveleri aynı olmuyor. Hatta aynı ağacın tüm meyveleri bile birbirine benzemiyor.

Sözünü etmek istediğim konu bu. Aynı bahçeden bile olsa birbirinden farklı oluşan meyveler. Aynı ağaçda birbirinden farklı meyveler. Kimi daha oluşmadan yok olup gidiyor. Bazen bir don geliyor, tüm meyveler çiçeğe durmuşken donup ölüyor. Bazen bir rüzgâr bebek meyveleri tümden savurup gidiyor. Veya bir kuş gelip meyveyi can evinden gagalayıp gidiyor. Bazen de belki içyapısından, genetik kodlamasından diyelim, gelen bir eksiklik bir anomali yüzünden, büyümesine, gelişmesine izin verilmiyor. Sonra yetiştiği toprağın etkisi, toprağın ne kadar verimli, bereketli olduğu. Ağaca meyveleri için ne kadar zenginlikler sunduğu. O senenin iklim şartları. O sene yeterli yağmur yağıp yağmadığı. Güneş ışınlarının üzmeden, yormadan tatlı dokunuşları. Hatta esen rüzgârın bile ürünlerin en olgun duruma gelmesi için etkisinin olduğunu düşünüyorum.

 Zaman zaman biz insan eli de ağaçlara dokunuyor. Biz insan dokunuşları, meyvelerin oluşmasına katkı sağlayabiliyor, belki aşılama, biraz bakım, gübreleme, belki benim aklıma gelmeyen veya bilemediğim başka doğal faydalı bir iki müdahale. Yani bir meyvenin en güzel halini bulabilmesi için, ağacın ürününü, meyvesini en güzel biçimde bize sunabilmesi için inanılmaz çok sayıda faktörün bir araya gelmesi gerekli. Sözüm şu noktaya geliyor ki, bu doğa mucizesinin tekrar tekrar yaratılıp tekrar tekrar doğaya geri dönmesi için pek çok şart gerekli. Dış etkenler, iç devinim, genetik yapı, gelişme koşulları, bölge, ortam ve daha aklıma gelmeyen veya bilemediğim pek çok koşul.

Demek istiyorum ki, bu oluşan meyve, bu ortaya çıkan ürün çok da kolay oluşamıyor. İnsanın oluşturduğu yaptığı ürünler gibi. İnsanın yarattığı ürünler, sanat eserleri gibi.

İnsan gibi.

İnsan misali.

İris

Eylül 2011, Torba Bodrum

31 Ağustos 2011 Çarşamba

CYTT ödev 1


CYTT Ödev 1



Bhagavat Gita’nın özet halini okuduktan sonra, beni en çok etkileyen bölüm olarak demek isterdim ki; ‘var olan tek şey bilinç ve evrende ki her zerreye nüfuz etmiştir. Sadece tanrı’nın uygun gördüğü eylemleri gerçekleştirmek için bir tezahürüm. Bu samimiyetle her olana teslim oluyorum. İç dış bir. Ben de bu bütündeyim. Ben O’yum.’

Ancak, hiç de böyle olmadı. Gelmek istediğim konu Dharma! Benim Dharmam??! Dharmamı bilmek, bulmak, izlemek istiyorum. Hatta belki de en geniş anlamda dharma nedir? Ben bu konuyu Bhagavat Gita’yı okumadan bilmeden önce de düşünüyordum. Bhagavat Gita’yı okudukdan sonra merak daha da içime düştü.

Ne kadar güzel, Krişna Arjuna’ya seslenmiş ve dharmasını açıklamış, zaten savaşçı olarak doğduğunu söylemiş… Zaten olayların gerçekleştiğini, ona sadece eylemi yapmanın düştüğünü belirtmiş…

Bana kimsenin bir şey söylediği falan yok, seslenen hiç yok. İçimden hiçbir ses de gelmiyor. Sadece, bazen, anlayamadığım bir şekilde, genelde durdurulamaz bir şekilde, önlenemez, beklenmedik, beni şaşırtan bir SEVİNÇ duygusu… Diyorum ki;  yoksa benim Dharmam bir sevinç kadar mı bana yakın??

Dalları yerlere kadar sarkıtan koyu renkli kirazlar

Çok sıcak bir günde serin denizin mavi ürpertisi

Onun sevinci veya üzüntüsünden geçmek

Öfke ve kırgınlıklarım

Olanla

Beyaz bir tuval

Meditasyonla kavga

Sebepsiz mutlu uyanmak

Aldığım nefesi vermenin de doğal olduğunu bilmeyi istememek

İri lezzetli pembe domatesleri mis kokulu büyük yapraklı fesleğenlerle birlikte yetiştirmek

Olmayanla

Dut ağacının altında kendini unutup sınav kapısında sınavın bittiğini şaşırarak öğrenmek

caniris@gmail.com

Dönüşmek

Yastık

‘Bedri Rahmi’nin Erik Ağacı ‘nın eriklerinden yemek

Tek bir tuvale hep birlikte bir resim yapmak

‘doğum başlamış’

Yedi yaşlı kadının kumar masasında ciddiyetle maskelenmiş mutluluklarına tanık olmak

Gece yarısı aniden uyanıp tuvalin alt kısmını krimson alizarin üst kısmını prussian blue boyamak

Seren

Tanık olmak

Canınla canından can akarcasına kucaklaşmak

Upavişta konasana

Çamurdan veli

İlk tebessüm ilk temas ayrılık acı

Olması gerektiği gibi… Demek

Annem beş yaşında piyano dersi aldırırken ilgimi piyano hocamın siyah saçlı küçük kızından ayıramamak

Kaybolmak

Dost kitapevi taksit kartını kapatmak

Annemin endişesi

Yüksel hülya duyu yeni doğan muvakkit özgürlük

Hay aksi şeytan

Bu yazı

Teslim olmak mı araştırmak mı isyan etmek izin vermek bırakmak

Virabadrasana I ince detaylarında kaybolurken bel omurunda hissedilen ince sızı

Özen

Gökkuşağı

Kafamı kurcalayan, benim en çok vaktimi alan, bu dünyada ki yolumu kaplayan benim Dharma’mın ne olabileceği konusu olsa bile, çok daha önemli bir şey söylemek istiyorum. Ve bu gerçekten beni en çok heyecanlandıran ve beni en iyi hissettiren hal. Bundan eminim;

Ben bütünüm

Ben O’yum