14 Kasım 2013 Perşembe

Kocaman Küçük Kadın







Kocaman elleri var.
O aslında küçük bir kadın.
Büyük iri gözlü, minik burunlu, gül dudaklı çok güzel yüzlü. Yumuşacık. Uçuş uçuş.

Parmakları dolgun. Eklemleri boğumlu. El ayası tombul. Elinin üstü kalın, damarlı. Beklenmedik büyüklükte. Tırnakları küt. Hiç de narin değil. Güçlü. Şaşırtıcı.

Çünkü O ekmek yapıyor. Hamur yoğuruyor.

Mis kokulu, doğadan. Toprak ananın bereketinden gelen çeşit çeşit tahılları kullanıyor. İçine sevgisini de katıyor, sıcak kokusuyla bizi uykumuzdan uyandırıyor. Her zaman.

Ayrıca, atalarından ailesinden gelen geleneklerine kendi mayasını da harmanlıyarak kendi ekmeğini yapıyor. Çalışkan, ciddi, inatçı, yumuşak, sorumlu. Kendi ekmeğinin efendisi. Can.

O, hepimizin bir tanesi Handan. Bazen sert, her daim mülayim. Topraktan gelip, denizden kopamayan. Kuzey rüzgârlarının kızı.

Dünya misafiri. Sevgili.





Ama ben ölümden korkuyorum.




İris

Kasım.2013.Torba




13 Kasım 2013 Çarşamba

YAŞAM BİR SANAT






Parçacık veya bir huzme, ışık veya değil, var veya yok, birlik, bütünlük, tüm yaşam, ölüm, evren veya her şeyin ötesi….

Hayat bizim için yaratıyor.
Hayata yaklaşımımız, kendimizle bir ve bütün olmamız, ilişkilerimiz, aslında bir sanat.
Hepsini tutkuyla, emekle biz dokuyoruz. Ortaya koyduğumuz hassasiyet ve anlayış bizi biz yapıyor. Hayatımızı anlamlı, ilişkilerimizi değerli kılmak bizim elimizde.

   Varlığımız
   Dalgaların sesi
   Dostların sohbeti
   Yağmurun rengi
   Günün parlaklığı
   Ateşin koru
   Nefesin ritmi
   Ruhun şeffaflığı
   Yeninin cazibesi
   Değişimin belirsizliği
   Müziğin mucizesi
   Biberin acısı
   Zencefilin gücü
   Denizlerin enginliği
   Kablumbağanın yavaşlığı
                   Hayat bizim için
   Bebeğin gülümsemesi
   Sevgilinin pırpırı
   Rüzgârın okşaması
   Yunusun sevgisi
   Crimson alizarin
   Biberin acısı
   Atkestanesi
   Ayının uykusu
   Balın tatlısı
   Annemin sesi
   Babamın eli
   İçimin neşesi
   Çorbanın kokusu
   Alacakaranlık hüznü
           Hayat benim için

Belki de hayat tahmin ettiğimizden daha kolay ve daha neşeli.
Belki de sadece ve sadece yaşamda olduğumuz için memnun olabiliriz. Bu bize sunulmuş bir armağan olabilir. Adım adım, hassasiyetle, tüm dikkatimizi vererek, yolumuzu oluşturabiliriz.

Bilinmeyene ve  gizeme, merak, tutku, hassasiyetle yaklaşıp anlamaya çalışarak; yaşamın mucizesine, çeşitliliğine duyarlı bir şekilde açık olarak; hayatımızı anlamlandırmak için bir yol bulabiliriz.

Hayatla ilişkimiz bir sanat.

Yaşam bizde başlayıp, bizde bitiyor.

Hayatın ifadesi biziz.

Ne olur sanki, arada yolumuzu kaybetsek. Bir ilişkiden hüsranla çıksak. Umutlarımızın bittiğini sansak. Karanlıkta kalsak. Korksak. Hüzünlensek.  Ağlasak. Acısak. Şaşırsak. Sussak.
Hayat bizim için.

Hayatta her şey var.

Sessiz olmak.

Anlamak, anlamlandırmak.

Hassasiyet.

Belki de farketmek gerekiyor ki;  iyi - kötü , olumlu - olumsuz , başarı - başarısız yok.

Daha çok olan var. Durum değerlendirmesi var. Değişiklikler var. Yol almak var.

Sessiz.

Duyarlı.

Direnç göstermeden.

Uyum içinde.

Belki bu şekilde birazcık olsun huzuru davet edebiliriz.





iris

Kasım.2013.Torba



23 Ekim 2013 Çarşamba

OTURUP KALMAK





 

Yalı’nın taşları yuvarlak, pürüzsüz ve sımsıcak. Ekim ayı ve Yalı’da deniz kenarına geldik. Güneş olabileceği en yüksek seviyede. Tam sağımızdan, kızgın ışınlarını yanağımızda patlatıyor. Çok şiddetli poyraz esiyor. Sert ve oldukça soğuk bir gün. Deniz dümdüz ve pırıl pırıl. Sular hafif bir hışırtıyla çakıl taşlarından sahile vuruyor. Berrak turkuvaz sular hemen derinleşip laciverte dönüşüyor.
Burası Gökova’nın başı.
Yere oturmak istiyoruz. Önce taşları üst üste getirip bir tümsek yapıyoruz. Oturma kemiklerimizin tam altına gelen taşlarla yerden biraz olsun yükselmek amacımız. Ki bağdaş kurduğumuzda kasıklarımız sıkışmasın, dizlerimiz aşağı doğru sarksın ve bacaklarımız uyuşmasın. En rahat oturuşumuzu bulmaya çalışıyoruz.
Sadece oturup kalmak istiyoruz. Öylesine. Düşünmeden. Hiçbir şey yapmadan.  Kendiliğinden. Tar dost ve benim bu gün ki işimiz bu.
Yalı’nın yuvarlak, sıcak taşlarını, kalçalarımızdan bacaklarımızın dış kenarlarına oradan da baldırlarımıza ve ayaklarımızın dış kavislerine doğru hissediyoruz.
Gözlerimizi kapatıyoruz. Güzel bir gün.
Bedenimin alt kısmının, taşların arasından sızıp kuma oradan da Gökova’nın mavi serin sularına karıştığını hissediyorum. Bu yayılmanın etkisiyle kuyruk sokumumdan ense köküme oradan da başın tepesine, gökyüzüne doğru uzuyorum. Gök kubbeye asılıyorum.
Gözlerim kapalı.
Kuzeyde soğuk rüzgâr, güneyde kavurucu güneş var. Dönüyoruz. Döndükçe azalıyorum. Azaldıkça küçülüyorum.  Evrende bir noktacık kalıyorum..
Boynum, başımla bedenimi rahat, yumuşak bir şekilde bağlıyor. Boğazım açık.  İçimden geçen rüzgârı hissedebiliyorum. Omuzlarımdan aşağı doğru kollarım akıyor. Yumuşak. Karnım gevşek.
 Nefesim doğal.
İçime dolan hava, koltuk altlarından, göğüs kafesini oradan da tüm bedeni genişletiyor.
Genişledikçe büyüyoruz. Büyüdükçe şeffaflaşıyoruz. Şeffaflaştıkça yok oluyoruz. Güneş yakıyor. Her şey birbirine karışıyor. Bir ve bütün. Kıpırdamıyoruz. İçimizdeyiz. Duyuyoruz. Hissediyoruz. Biliyoruz. Dışımızdayız.
 Biz iç dış biriz.
 Bütün, geniş, berrak.
 Özgür, neşeli, durgun, sessiz.
 Uzak.
 Zamansız.
 Uzun.
Zaman uzadı biz uzadık.
Biraz uzandık. Gözlerimiz kapalı. Nefesimiz sessiz.
 Ne zaman ki gözlerimizi açtık, dışarıda daha parlak bir dünya, arkamızda da tersanenin tok tokmak sesleri.
 Karnımızsa aç ..




iris
Ekim.2013. Yalı

19 Ekim 2013 Cumartesi

SEREN




İlk duyduğumda, önce sadece ses tınısı hoşuma gitmişti.
Sonra da sevgilimle aynı anda birbirimizin gözlerinin içine bakarak onayladığımız tek isim olmuştu.
SEREN
Kayınpederimin önerdiği bir isimdi.

Şimdi düşünüyorum da,  ne kadar da önemli ‘ses tınısı’.
Yani sesin frekansı, titreşimi.
Dışımızda oluşan ses dalgaları, titreşerek bize ulaşıyor, bize dâhil oluyor ve aynı frekansta, aynı titreşimle bizi etkiliyor. Bizde, bizim bedenimizde titreşimler oluşturuyor. Aynı anda, içimiz ve dışımız aynı frekansta titreşmeye başlıyor. Adeta iç ve dış bir oluyor.
Yanınızda sevgiliniz var ise o da bu dalgalanmalara dâhil oluyor. Ve karnınızda ki o minik canlıcık yani bu günün bi tanesi kızım da aynı ses titreşimlerini hissedebiliyor.
Müzik gibi.
Bu dalga selinin ruhlarımızı da içine aldığına eminim.
Sevgi gibi.
Bu gün, şu an ise, önümde sonsuz ufuk çizgisine kadar uzanan denize bakıyorum.
Yer gök dümdüz.
Mutlak huzur var.
Her şey sonsuz.
Kıpırtısız,  sakin, mavi.
Beyaz teknenin orta direği denizin ortasından çıkıp, bulutları aşıp, gök kubbenin en üst noktasına asılıyor.

Yer yüzünden…   Gök yüzüne…



İris
 Ekim.2013.torba




SER;
·         Baş, kafa,
·         Lider, başkan, reis
·         Tepe, zirve, doruk
·         Uç, kenar
·         Nihayet, son
·         Niyet, heves, gaye
·         Taraf, yer

SERENİTY;
·         Durgunluk, dinginlik, sükûnet
·         Huzur
·         Berraklık

SEREN;
·         Yelkenli gemilerde ana direğe dik olarak bağlanan ve yelken germeye yarayan ağaç
·         Yelkenli gemilerde yelken açmak için ve işaret kaldırmak için direğe bağlanan gönder

14 Ekim 2013 Pazartesi

MEVSİM






Mevsimler çok önemli benim için.

Artık yaşantımın çoğu dışarıda, açık havada geçiyor.

O günün sıcaklığını, rüzgârın ve yağmurun durumunu bilmek istiyorum.

Eskiden umurumda bile olmayan rüzgârla daha yeni yeni ahbap olmağa başlıyorum. Biraz sert esince korkup içeri sığındığım rüzgârla artık haşır neşir olabiliyorum.

Güneşsiz yaşayamayacağımı düşünüyorum.

Yağmurun bolluk bereket getirdiğine inanıyorum.

Ayın hallerinden etkilendiğimi biliyorum.

Yediklerim, içtiklerim, düşündüklerim, hissettiklerim, bedenimi oluşturuyor.

Maki çalıları, sıcacık çakıl taşları, ormanın patika yolları, kıpırtısız koylar, masmavi gökyüzü, beyaz pamuk bulutlar, deniz kabukları,  egenin balıkları hep benimle beraber.

Artık, ölümden de o kadar çok korkmuyorum.

Çünkü her şey doğadan geliyor.

Doğada her şey olduğu gibi, olması gerektiği gibi.

Kabul, yumuşak geçişlere izin veriyor.

Doygunluk, huzur ve sakinlikle geliyor.

Doğanın değişim coşkusu, şevk veriyor.

Her şey ağır ancak tutkuyla akıp gidiyor.




iris

Ekim.2013.Torba


30 Eylül 2013 Pazartesi

ZAMAN




Tik tak tik tak .. Bu bir zaman
Akrep ve yelkovan.. Bu da bir zaman
Gün doğdu gün battı..
Aylar mevsimler yıllar
Bazen hızlı, bazen sıkışık, sakin, yavaş, uzun, endişeli, karışık, sıkıcı, boş, saçma..
Gün, bugün, dün, yarın..

Zaman;
              İnsanlar için

Benim zamanım, senin zamanın, diğerleri..
Yetişemem, kaçırdım, hiç zamanım yok, boş ver daha çok var..

Zaman;
             Benim için

Çok uzak, sabırsız, sakin, hüzünlü, sessiz, boş..
Sıkıntılı, panik, gürültülü, karmaşık, sabırsız, yeter artık..
Çok eskidendi, hatırlamıyorum, olaylar, hediyeler, maceralar..

Zaman;
             Hepimiz için

Balık çizimleri, suratlar, yontulmuş tahtalar, mavi mor amber..

En yukarılarda zaman var mı?
Peki ya öteler nasıl?
Rüzgârın olmadığı ülke nerede?
Ya boşluk?
Bize kalan sadece duygular mı?

Hafif esen rüzgâr değişim getirir mi?
Ya rüzgâr çok sert eserse?
Biliyorum ki, kuzeyden gelen kara, yüklü bulutları oynatmağa rüzgârın bile gücü yetmiyor..



iris
Eylül.2013
Torba. Bodrum


13 Eylül 2013 Cuma

BEN






Yokluğun içinde, mutlak boşlukta nasıl kıpırdanmaya başladığımı tam olarak hatırlamıyorum.

Sadece dalgalar halinde akıyordum ve çok büyük zevk alıyordum. Yakınlarımda benimle aynı hislerle dalgalananlar vardı.

Hemencecik birbirimizi bulduk ve beraberce salınmaya başladık.

Son derece gevşek, yumuşak, yavaş yavaş salınan bir bulut oluşturmuştuk. Sevinç içindeydik, adeta oyun oynuyor, dans ediyorduk.


Zaman, yüzyıllar ve yüzyıllar boyu bu şekilde, nereden nereye savrulduğumuzu bilemeden aktı geçti.

Sanırım gittikçe genişliyorduk.

Sınırlarımı bilemediğim zamanın birinde, dikkatimin özellikle bir yöne doğru çekildiğini hissettim.

Beni bu yöne yönelten, müthiş bir arzuyla kendine doğru çeken neydi, şu an hatırlamıyorum.

Sadece tüm gücümü toplayıp oraya doğru akmam gerekiyordu.

Zorlanıyordum.

Yoğunlaşmam gerekiyordu.

 Küçülüyor, ağırlaşıyordum.

Zaman içerisinde sıkışıyor, belirginleşiyordum.

Bu çekim, bu arzu, bu sevgi belki de aşk gittikçe güçleniyordu..


Ben olana, olmak istediğime yaklaştıkça sakinleyip durulacağıma coşkum artıyordu.


Babamın kokusu, annemin kahkahası beni benden alıyordu.


Oooo... çok çok hızlı ilerlemeğe başladık. Adeta bir vortexin içindeyiz. Çok yoğun ve hızlı bir şekilde akıyoruz, dönüyoruz.

Bir birleşme bütünleşme oluyor.

Her şey benim havsalamın dışında gerçekleşiyor ve ben hiç bir şeyi anlamlandıramıyorum.

Küçücük kaldım. Mikroncuk.

Bir hücreyim.

Ve biliyorum ki; şu an evrenin tüm bilgisine sahibim, hatta varoluşun bütün kadim sırrı bende.





Oh.. sonunda yerimi buldum. O yumuşacık, loş ortam. Ne kadar da sıcak ve güvenli ve sevgi dolu.

Anne karnı.

Gerisini sanırım biliyorsunuz. Biyoloji kitapları yazıyor.

Ancak merak ediyorum, beni çeken ne idi?

Renkler, denizin serin sonsuzluğu, gök mavisi, toprak sarısı, zeytin acısı, crimson allizarin, limon asidinin ekşisi, sevgilimin kokusu, kızımın gözleri, eller, sohbetler, yaşam.

Bildiğiniz dünya, bizim hayatımız, sosyetenin yaptırımları, ekonominin iniş ve yükselişleri, politikacıların şaklabanlıkları..

Burda her şey daha ağır ve yoğun, yaşamın içinden, deneyimler, neşeler, hüzünlerim, acı, mutluluk, yollar, hisler, görünenler, ayrılıklar, bilinmezler..


Artık güneş benim alnımdan doğuyor.

Tüm bu yarı küreyi aydınlatırken beni de içine alıyor.

Taa ki yarına kadar.

Dünyanın diğer yarısında ki insanlarına da tek tek dokunuyor, kıtalarının topraklarını
yalıyor, okyanusların en derin noktalarına sızıyor ve tekrar bana doğuyor.


Göz açıp kapayıncaya kadar, bir ömür..






iris

Eylül.2013
Torba. Bodrum


6 Nisan 2013 Cumartesi

Kurtlarla Koşan Kadınlar






Kurtlarla Koşan Kadınlar
Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler

Clarissa P. Estes

Bu kitabın önerilmiş olması ve onu okuyor olmam bana bir armağan. Değişik bir bakış açısı, hiç duymadığım öyküler ve mitler, kadın olmanın bin bir yüzü, karakteri, psikolojisi ve daha bir dolu şaşırtan ifadeler, gizem hepsi bir arada. Kitabın başındayım ve çok hızla okuyabileceğim bir kitap değil. Belki de hep bir başucu kitabı olarak kalacak hatta kalması gerekli. Kitabın hayatıma renk, heyecan, merak, mutluluk getirdiğini söylemeden geçemeyeceğim. Meğer uzun zamandır böyle bir kitabın özlemini duyuyormuşum J
Kitabın, benim için değerli olmasının diğer sebebi de vahşi kadının/doğal kadının güçlerinden söz etmesi.


LA LOBA; kurt kadın; Kemik toplar ve kemikler üstüne şarkı söyler ve o şarkı söyledikçe kemikler ete bürünür. Biz de bulduğumuz kemikler üstüne ruh döktükçe oluşuruz, yeniden canlanırız. Kendimizi ve dünyamızı değiştirecek kemikler içimizdedir. Neyin yaşaması, neyin ölmesi gerektiğini anlamayı öğreniriz. Ölmesi gerekenlere ölmesi için, yaşaması gerekenlere yaşaması için izin vermeliyiz. Bir şey kaybolduğunda ücra pelviste yaşayan yaşlı kadına gitmeliyiz. La Loba, aslında alt dünyada yaşar. O kemikleri bulur, tazeler ve yaşatır.

Bir süredir bir seramik atölyesine gidiyorum ve kendim için ufak seramik heykeller yapıyorum. Yoga yapmak, seramik yapmak, toprakla uğraşmak benim için evrenle bir buluşma bütünleşme niteliğinde. Bu kitaptan da etkilenerek son yaptığım ufak bir heykel var, tabii ki bir kadın ve omzunda kocaman gerçek bir kemik taşıyor.


MAVİSAKAL hikâyesi, kadının içsel dünyasının ürkütüldüğü, kıstırıldığı veya çıkmaza sokulduğu zamanlarda başvurulacak çarelerden söz ediyor. İnsanın kendisine, ailesine, uğraşlarına ve hayatın her yönüne dair soru sorma yeteneğini açığa çıkartıyor. Zamanla kadın, her şeyi yoklayan, bir şeyin ne olduğunu bulmak için her yere burnunu sokan vahşi yaratıklar gibi en derin ve en karanlık sorularına doğru yanıtlar arıyor. Ona saldıran güçleri söküp atmakla ve kendisine karşı kullanılmış olan güçleri tersine çevirmekle özgürleşiyor. İşte Vahşi Kadın bu şekilde anlatılıyor.

Kitapta sayfa 79 da Kadınların Düşlerindeki Karanlık Adam diye bir bölüm var. Nerdeyse tüm kadınlar böyle bir rüya görür diyerek anlatılan hikâye, yaklaşık 5 sene önce yaşadığım rüyayı anımsattı. Evim ve işim bana en konforlu hallerini sunarlarken, artık bu şehirde çok kaldım ve kendi adıma yeni bir şey olmuyor diyerek, aniden şehir değiştirdim. Bu değişikliği yaparken de yanıma eskiye ait tek bir şey bile almadım. Tabii yeni hayatımı ayarlamak, oturtmak, alışmak bir süre aldı. Bu sürenin tam da en başında, tamamen farklı bir yerde, yalnız başıma uyurken, o korkunç rüyayı gördüm ve bedenim çılgın tepkiler vererek uyandım. Kendime gelmem için çaba harcamam gerekti. Şimdi bu kitabı okurken o rüyanın ne demek olduğunu anlayabiliyorum. O gün rüyayı anlamlandıramamış olsam da, hayatımda bir dolu değişim tetiklendi ve değişimler gerçekleşti…. Hala da bu süreç devam ediyor. Umarım hep de devam eder. Kitapta bu tür rüyalar için, ‘İnsanı, yeni bir bilme ve oluş tarzına geçmeğe hazırlayan bir kanal yaratır.’ yorumu yapılıyor. Ben, bu gün hayatımın akışının değişmesinden dolayı hayata müteşekkirim.

BİLGE VASALİSA; Vasalisa, kadınların sezgi gücünün kutsanmasının anneden kıza, bir kuşaktan diğerine miras bırakılması ile ilgili bir öyküdür. Bu masalda psişenin tamamlaması için dokuz ödevden söz edilir. Bunlardan *birincisi, fazla iyi annenin ölmesine izin vermektir. Bu gerçekleşince içimizden yeni kadın doğar. İyi anne ile olmak güzel ve rahatlatıcı olabilir ama o içimizdeki en canlı enerjilerin açığa çıkmasını engeller. Ayrıca, iyi olmanın, şirin olmanın, nazik olmanın, hayatın şakımasını sağlamayacağını keşfetmek, bu da *ikinci ödevdir. Yani kaba gölgenin meydana çıkarılması. Nazik olmak, başkalarının hoşuna gitmek adına, kendisi olmamaya razı olmaktır.
*Üçüncü ödev; karanlıkta yolunu bulmaktır. Bunun anlamı, içgüdülerine güvenerek iç dünyanın derinlerine gitmeğe cesaret göstermek. Gerçek ruh gücünü yaşamak. Bilinç dışına giden yolda duyarlılık geliştirmek. İçsel duyumlara güvenmek. Sezgiyi beslemek. Cahil bakirenin biraz daha ölmesine izin vermek. Gücü sezgilere aktarmak. Ve bu sezgisel gücün kadından kadına nesilden nesile akmasını sağlamak.
*Dördüncü ödev; Vahşi cadıyla yüzleşmek. Tek düze hayat, psişede ışıksızlığa neden olmaktadır. Bu zamanlarda vahşi ormana gidip kötü kadını bulmak gerekebilir. Vahşi olan ürkütücüdür ve güçlüdür. Gücü ele geçirmek için güçlünün karşısında ayakta durmak gerekir. Kadınların fazla nazik uyumlu şirin taraflarına karşın, vahşi doğa sözcüğü gibi ‘cadı’ olarak anılan kadınların güçlü taraflarını da ortaya çıkarmaları gerekmektedir. Bu vahşi güç kadınları da erkekleri de korkutabilir ancak ona tahammül etmeği öğrenebiliriz. Güçlü olmak, vahşi doğayla iç içe hayat sürebilmek, öğrenebilmek, bildiklerimize katlanabilmek anlamına gelir. Yalın gerçeği görmek gibidir. Dayanmak ve yaşamak anlamına gelir.
*Beşinci ödev akıldışı olana hizmet etmek; vahşi güçle birlikte kalmak yani onu tanımak anlamına gelir. Gücü tanımak. İçsel arınma güçlerini tanımak. Tasnif etmek, enerji ve fikirler üretmek, beslemek. Hem ölümü hem yenilenmeyi öğrenmek. Vasalisa’nın ödevlerinden kadınların sürekli yapması gereken döngülerini anlarız; düşünceleri temizlemek, değerlerini yenilemek, psişeyi ıvır zıvırdan arındırmak, benliği süpürmek, düşünce ve duygu hallerini temiz tutmak. Yaratıcı hayatın altına kalıcı ateş yakmak ve özellikle kendisiyle vahşi doğa arasındaki ilişkiyi beslemek ve bu amaçla bir yığın yaşantıyı pişirmek. Fikirleri pişirmek. Tefekküre, meditasyona, inzivaya zaman ayırmak böylece vahşi doğanın serpilip gelişmesine yol açmak. Ve tüm bunları tutku ile yapmak.
*Altıncı ödev; bunu şundan ayırmak, elimizde çözüme dair çok bir şey olmadığı zamanlar, onu bırakıp/ bazen uykuya yatıp bazen düş görürken/ malzemeleri ayıklamak, olguları sınıflamak ve çözüme ulaşmaktır. Ve bu özelliğe güvenmek vahşi doğanın bir parçasıdır.  
*Yedinci ödev; gizemleri sormak. Hayat/ölüm/hayat doğasını ve onun nasıl işlediğini sorgulamak. Vahşi doğanın tüm unsurlarını anlayabilmek.
* Sekizinci ödev; Dört ayaküstünde durmak için başkalarını görmeğe ve etkilemeğe dönük büyük gücü yüklenmek ve hayat koşullarına bu yeni ışıktan bakmak ile ilgilidir. Atalarımızdan gelen bilgeliği hayatımız boyunca yanımızda taşımamız öğütlenir. Bilgelik kafatasında, bilgi kalçalardadır. Tüm bu sezgiler erginleşmemizi sağlar.       
*Dokuzuncu ödev; gölgeye yeni bir yol vermekle ilgilidir. Kendi psişesinin negatif gölgesini ve dış dünyadaki kişi ve olayları negatif yönlerini tanımak ve bunlara tepki göstermek için keskin görüşe sahip olmaktır. Ve bu negatif yönleri yeniden dönüştürerek biçimlendirmektir. Olumsuza sürekli bakmak yani onu sürekli bilinçte tutmak onun kurumasına neden olur.
Sezgisini ve güçlerini eline alan kadın bu fazla güçten korkar. Bu normaldir. Ama doğaüstü ses devam etmesini söyler. Ve kadın bunu yapabilecek güçtedir.
Tohumun pislikten ayrılması gerekmektedir. Bunu yapmanın en güvenli yolu da, bize el ederek çağıran şeyler ile ruhumuzdan seslenen şeyler arasında yapacağımız ayrımdır.
Vahşi kadın cesaret eden, yaratan ve yıkandır. Yaratıcı tanrıça, yapar, biçimlendirir, hayat üfler, soluksuz kalındığında da ruhu teslim almak için orada bulunur. Doğa izin istemez.

VAHŞİ ADAM İÇİN İLAHİ: MANAWEE; Bu öykü de vahşi kadına eş olabilecek erkekten söz ediliyor. Kadının içindeki iki güçlü dişil kuvvet anlatılıyor. Bir dış varlık, bir de görülmeyen hızla ortaya çıkıp ani kaybolan diğer varlık. Bu diğer varlık arkasında bir duygu, şaşırtıcı bir iz veya kendine öz bir bilgelik bırakır. Kadın doğasında birbirine zıt gibi görünen ama birbirine bitiştirilmiş ikili unsurlar vardır. İkiliğin gücü büyüktür ve herhangi bir yanın ihmal edilmemesi gerekir. İkiliğin doğasında ölüm ve yaşam beraberdir. Aslında dışarıda olan aynı zaman da içerdedir. Vahşi adam buna bakabilmelidir. Hem vahşi adam hem de vahşi kadın buna dayanabilir ve bu sayede birlikte değişime uğrarlar

İSKELET KADIN; Burada, sevginin hayat/ölüm/hayat doğasını anlamak ve onunla yüzleşmek anlatılıyor. Kurtları gözlemlemek ve onların doğasında birbirlerine bağlılığın derinliğini fark etmek önemlidir. Kurtlarda içgüdüsel sadakat vardır. Bizler ilişkilerimizde bunu yaşatmak isteriz ancak sorunlar yaşarız. Hâlbuki Hayat/Ölüm/Hayat doğası içinde canlanma, çöküş, ölüm ve her zaman sonunda bir yeniden canlanma vardır. Bu doğanın dönüştürücü gücüdür. Bu güce olan inancı asla kaybetmemek gerekir. İnanç kaybolunca korku başlar.


Ve hikâyeler, masallar, arketipler, söylemler, sohbetler böylece akıp gidiyor. Tıpkı hayatlar gibi her şey akıp gidiyor. Kitap da devam ediyor. İlerleyen bölümler de bedenimizden söz ediliyor. Deniyor ki; ‘Beden çok dilli bir varlıktır. Rengi ve ısısıyla, tanımanın heyecanıyla, sevginin parıltısıyla, acının külüyle, uyarılmanın ateşiyle, inançsızlığın soğukluğuyla konuşur. Kimi zaman iki yana salınarak, kimi zaman titreyerek, kimi zaman küçük adımlar atarak aralıksız süren ufak danslarla konuşur. Kalbim hoplamasıyla, şevkin azalmasıyla, kaygının bastırılmasıyla ve umudun yükselişiyle konuşur. Beden anımsar, kemikler anımsar, eklemler anımsar, hatta küçük parmak anımsar. Bellek, hücrelere resimler ve duygular şeklinde yerleşmiştir. Suyla dolu bir sünger gibi, etin sıkıştırıldığı, burulduğu, hatta ona hafifçe dokunulduğu her yerde, bir anı nehir gibi taşarak dışarı çıkar.’ S. 224–225

Kitabı okumaya devam ediyorum, büyük bir şevkle tıpkı yaşam da olduğu gibi. Yaşamı da bu vesileyle daha bir merakla, heyecanla, farkındalıkla belki biraz daha masumiyetle karşılamayı istiyorum ve diliyorum. Sevgiyle ve coşkuyla…



İris Noyan Pala
İstanbul.2013 

öfkeliyim







Evin altında bir mahzen var. Taş duvarlı, loş, rutubetli. Depo olarak kullanılıyor. İçinde de ayrıca iki tonluk su deposu.
Arada sular kesiliyor. Borulardan sular geri çekiliyor. Müthiş gürültü çıkıyor, sular boruların içinde girdap yapıyor. Sonra sular geri geliyor. Gene gürültüler çıkıyor. Bu sefer su tazyik yapıyor ve gayzer suları gibi fışkırıyor.
Mahzen sular altında kalmış. Duvarda çakılı raflar yerinden oynamış. Tüm bardaklar yerlere düşmüş, her taraf cam kırıkları.

Ben öfkeliyim.
Bedenimin mahzenini sular basmış. Duygular karışık, gel-git ler, girdaplar yaşatıyor. İçimin çekmeceleri açılıyor, rafları dökülüyor, rüzgârları esiyor, camları kırılıyor.

Değişim/dönüşüm zamanı mı?

Ben kızgın bedenime bakıyorum.



iris

1.Nisan.2013

4 Nisan 2013 Perşembe

Lucy





Lucy doğanın içinden bir kadın. Belki de dünyanın ilk annesi. Bu durumdan kendinin bile haberi yok. Doğanın içinde, hayvanlarla birlikte yaşıyor. Hayatı bilmek için önündeki tek rehber doğayı izlemek. Doğada ki hayvanların eş bulması, sevişmesi, hamile kalması, doğurması ve yavrularını yaşama hazırlanıp tekrara doğaya salması, aslında Lucy’nin hayatının bir parçası.
Lucy belki de doğada olan her şeyi zaten biliyor. Kendiliğinden. İçgüdüsel olarak.
Lucy’nin erkeğini isteyerek seçtiğine eminim. Çocuğuna en iyi özellikleri verecek, kendisine en güvenli ortamı sağlayacak, onları hiç aç bırakmayacak, tehlikelerden koruyacak, hep sevecek bir erkek. Lucy’ye iyi bir eş, çocuğuna en güzel baba. Âşık.
Erkeğini beğenen kadın onunla tutkulu bir ilişkiye giriyor. Sevişiyor ve tabii ki gebe kalıyor.
Lucy’nin daha önce tecrübe etmediği, tanımadığı upuzun bir gebelik süreci başlıyor.
Onun tüm dikkati kendisinde ve çevresinde. Kendi isteklerini, arzu ve korkularını çok iyi tanıyor.
Kendi doğasına dönük bir kadının bedenindeki değişiklikleri anlamamasına imkân yok. Hayata karşı bu hassasiyet ve güven ayrıca hayatın ona getirdiklerini derin bir tefekkürle kabul etme, zaten onun hayatını olması gerektiği gibi yaşamasına neden oluyor.
Zaman içinde bedeninde olan değişimlere hayret ve merakla yaklaşıyor. Zihnini düşüncelerle doldurmamış olduğu için olmakta olana sakinlikle yaklaşabiliyor. Acı, tehlike, hatta ölüm bile ona ıstırap yaratmıyor. Her şey doğanın bir parçası.
Gittikçe büyüyen karnı, ağırlaşması, bedenen belki de ruhen zorlanması O’nu yıldırmıyor, tam tersine her yeni duruma uyumlanmak için çareler aramasına neden oluyor.
Suyu keşfediyor. Suyun ılık temasını, bedenini okşamasını, onu ve bebeğini rahatlatmasını farkediyor.
Belki de Lucy suda doğurmayı seçecek. Suda doğurmaktan zevk alacak ve su da ona tüm nimetlerini sunacak. Sancılarına destek olacak, onu ve bebeğini temizleyecek, arındıracak.
Doğum sırasında bebek suyun içinden kayacak, anne ile temasını hiç kaybetmeden annesinin içten tanıdığı karnının üstüne gelecek, yakından bildiği anne kalbinin ritmini duyarak, onun rehberliğinde annesini hissedecek, doğrudan yukarı memeye yönelenecek ve kaçınılmaz olarak annesini emmeye başlayacak.
Buna teslim olamayan bir anne düşünemiyorum. Anne memesi de bebeğine en güzel en besleyici sütlerini verecek. Bebek annesinin gözlerini görecek, babasının kokusunu duyacak.
Lucy ve bebeği bir bütün, birbirlerinden ayrılmalarına imkân yok. Doğa Ana’da onlarla beraber.
Hoş geldin dünyanın ilk bebeği Happy.
Seninle dünyaya mutluluk ve barış gelsin.
Dünyanın buna ihtiyacı var.





iris
İstanbul. Ocak.2013


23 Ocak 2013 Çarşamba

Suyum Ben








Suyum Ben.
Annem ve babam havanın birer elementi. Oksijen ve hidrojen. Günün birinde aniden çakan bir şimşek, belki basınç değişmesi veya şiddetli ısı düşmesi sonucunda oluşmuşum.
Ve dünya üzerine düşmüşüm.

Yağmurum ben. Tonlarca m3 su ile birlikte inmişim yeryüzüne. Aslında şekilsizim.
Belki da ben bir su damlasıyım.

Şuurumun açık ve net olduğunu söyleyemem. Bilincim kim bilir nerelerde? Ama duygularım var. Hissedebiliyorum. Dünyanın çeşitli ülkelerine, kıtalarına, denizlerine oradan da okyanuslarına yolculuk yapıyorum. Bu yolculuklar süresince farkındalığım arttı mı, pek anlayamadım. Belki zaman zaman, azıcık da olsa aydınlanma anları yaşamışımdır.

Yeryüzüne indikten sonra, tekrar buhar olup yükseldim, değişime uğrayıp yağmur oldum. Ve tekrar yağmur olup yeryüzüne düştüm. Bu döngüyü defalarca ve defalarca yaşadım. Duygularım hep bu döngüleri yaşarken açığa çıktı. Şuur açılmaları, bilinç sıçramaları hep bu seyahatlerimde oluştu. Hiçbir şey boşa olmadı.

Aslına bakarsanız tüm bu olanların ne anlama geldiğini bilmem imkânsız. Sadece şunu söyleyebilirim ki; ancak yaşayan bilebiliyor.

Kimi kez bir şehrin üstüne yağdım. Asfaltları dövdüm, kaldırım taşlarına düştüm, beton binalara çarptım, paralandım, arabaların, camların üstünden kaydım, sıcak evlerin içine sızdım. Mutlu mutsuz insanları hissettim. Farklı, değişik tiplerle karşılaştım, ilişkileri gördüm. Bunların hepsini yaşadım. Hayat anlatılamayacak kadar çarpıcı.

Kimi kez de çorak bozkırlara düştüm. Kar olup dağlara, ormanlara yağdım. Buz olup dondum. Sonsuz denizlere düşüp, sulara karıştım. Toprağa yağdım, dereler boyu aktım. Ve akmak çok çok heyecanlıydı.. Havanın kokusunu, doğanın bereketini yağmur olup taşımak mucize gibiydi.

Damla olup suya karışmak. Suyun içinde kendinden geçmek, kaybolmak, sınırlarını yitirmek güzel ancak kaçınılmaz sonum oldu.

Bazen de öyle bir kargaşa içinde buluyordum ki kendimi ne olduğunu bile anlayamıyordum. Her şey son derece ani oluyor, bir o kadar da şiddetle ve çabucak gelişiyordu. Girdaplar içinde kaybolup, kütleler halinde yere iniyorduk. Ve tabii ki felaketlere sebep oluyorduk. İnanın bu zamanlarda ne yapılabilir, bu felaketlerden nasıl kurtulunabilir hiçbir fikrim olamadı. Ben de an içinde ne olup bittiğini bilemeden, anlayamadan gürleyip gittim. Geride bıraktığım yıkıntılardan da beter durumda kaldım. Amansız hallere düştüm.

Sonunda anladım ki ben en çok toprakla buluşmayı seviyorum. Çünkü toprağa ihtiyacım var. Önce kuru toprağa yanaşıyorum ve dokunuyorum. Sonra yavaş yavaş onun içine sızıyorum. İçine doğru sızdıkça önce rengini sonra ısısını değiştiriyorum. Coştukça coşuyor, karıştıkça kayboluyor, genişledikçe bütünleşiyorum.

Toprağın da kokusu artıyor, yayıldıkça yayılıyor. Ben yağmak, yağdıkça çoğalmak, en derinlere inmek, toprağı suya doyurmak, kaybolup gitmek istiyorum. Toprak da genişliyor,  besleniyor ve bereketini arttırıyor. Beni kabul ediyor.. Doruğa ulaşıyoruz.

Şimdi Toprak Ana en verimli döneminde. Çünkü doğurgan.

Topraktan ayrılmak istemiyorum. Ben onsuz şekilsiz, şuursuz, bir o kadar da yalnızım. Bu durum canımı sıkıyor.
Büyük sulara karışmak, kendini kaybetmek çok coşkulu. Ancak toprağa inmek, toprak aralarına sızmak istiyorum. Toprak ana beni içine alsın, ana rahminde ki gibi kucaklasın istiyorum. Toprağın ana rahminde kendimi çok güvende hissediyorum. Tek kalp gibi atıyormuşçasına orada olmak, alabildiğine dingin kalmak, anlatılmaz huzur verici. Ancak gün gelip de toprak ana rahminden bana bir yol açıp, yol boyunca akıp gitmeme izin verirse, işte o an da sanki benim için başka bir yaşam başlıyor. Dere tepe akıp gitmek, atlaya zıplaya, kafamı taşlarda vura yara ilerlemek, düşüp kalkmak işte yaşamın taa kendisi diye düşünüyorum. Bu arada da çiçekler, böcekler, balıklar, kuşlar, yırtıcılar, tanıdıklar, bilinmeyenler yaşamın ayrı birer anlamı.

Elbette bunun böyle sürmeyeceğini biliyorum. Eninde sonunda, akıp gidip denizlere karışacağım. Büyük akarsular bulacağım. Gün gelecek tekrar buharlaşıp yükseleceğim. Ve yağmur olup yeryüzüne yağacağım.
Ve bu böyle sürüp gidecek.
Peki sonra..
Benden bu kadar
Sonrasını bilemiyorum.
.




iris

Ankara. Ocak 2013 

7 Ocak 2013 Pazartesi

ANKARA





Ankara’da güneşin batışını gördüm. Önce sarı altın renginden bakıra doğru değişti sonra her taraf kıpkızıl oldu. Birazdan da mavi gri lacivert bulutlar bu duruma eşlik etti. Tam da mesai bitim saati Ulus’tan geçiyordum. Gençlik parkının arkasından gün batımı, Anıttepe’den, Çankaya’dan, Oran’dan, İncek’ten. Türkiye’nin en güzel gün batımları bu kette diye düşünüyorum.
18 sene Hülya sokakta oturdum. 3 üncü kat olmasına rağmen asma ve üzüm salkımları ile kaplı balkonumuzdan en şahane günbatımlarını seyrettim. Her gün, yaz kış, baharlarda renk renk, çeşit çeşit güneşin batışını gördüm.
İlkokulu, liseyi bu şehirde bitirdim. Üniversiteye Ankara’da gittim. Evlendim. Kızım oldu. Çalıştım. Kaç mesai bitirdim.

60 ihtilalini Kızılay’daki evin penceresinden hangi çocuk bakışı bilinciyle izledim hatırlamıyorum ama gözümü kapatarak yürüdüğüm Kavaklıdere sokaklarını, kuğulu parkı çok net hatırlıyorum. Zamanla Kuğulu park küçüldü, kavak ağaçları azaldı, cinnah caddesi farklılaştı ve Çankaya’ya giden yolların çehresi değişti. Ankara büyüdü, biz olmaktan çıktı. Ben küçüldüm, dar alanlara sıkıştım. Sıkıldım. Beklide biraz küstüm.

Şimdi Ankara’da oturmuyorum.

Ankara’nın havası da serttir. Taviz vermez. Soğuğu keskindir. Mevsimleri nettir. Baharları uzun sürer. Heyecanını birlikte yaşarsınız. Gri binaları, sokakları vardır. Sarı gri Ankara taşından anıtları heykelleri vardır. Güven parkı sizi karşılar. Bu şehir insana güven verir. Sınırlarınız bellidir. Yüzünüzü ne tarafa dönerseniz dönün sırtınızı her zaman yaslıyabileceyin bir Ankaralı vardır. Ata’nın çehresi gibidir.

İnsanı da tıpkı Ankara’ya benzer. Dik başlı, gururlu aynı zamanda mağrur. Güven veren, sadık, dost. Uçarı değildir, sözleri havada kalmaz, uçup gitmez, hatta adeta taşa yazılır. Bu nedenle arkadaşlıklar, dostluklar hiç bitmez. Unutulmaz, bırakılmaz. Bir sokak köşesinden aniden bir sıcak gülüşle karşınıza çıkar. Sessiz,  renksiz sokakları sarı salon ışıklarıyla ve arkadaş toplantılarıyla aydınlanır. Ayrılsanız bile sizi bırakmaz. Vazgeçemezsiniz.

Bir baş şehrin tüm vaatlerini yerine getirir.

Güzel Ankara… Seni görmek ister her bahtı kara.

Hükümeti, devlet dairesi, askeri erkânı, fakülteleri, hastaneleri hep bahtı karaların yolunu açmak içindir.

Başkenttir Ankara.




iris
Ankara. Ocak 2013