3 Aralık 2016 Cumartesi

DÜŞ


DÜŞ

 

 

Hayalin harikalar dünyasına dalmak her sanatçının en güzel, en istediği düşüdür. Yeter ki o hayal dünyasının içinde olsun, daldan dala yuvarlanıp devrilsin, uyusun, uyansın, renklerle öpüşsün, müzikle sevişsin, halden hale yoğrulsun, düşlerine kavuşsun. Arzu eder ki, gümbür gümbür dalgalanarak, su olsun okyanusa ulaşsın. Hücrelerinle tek tek muhabbet ederek dağılsın, yok olsun, çok olsun. Ömrü hayatını da işte böyle geçirsin.

İnanılmaz olan şudur ki, bu en ulaşılmaz âlemlere geçiş kapısı ve bu kapının anahtarı dünyada ve biz dünyadakilerin elindedir. Sadece biz dünyalı sanatçılar ona sahibizdir. Ancak bilmeliyiz ki; Dünya nimetlerine dokunmadan, insanlarla tek tek buluşup hasbıhal etmeden, muhabbeti derinleştirmeden, hisleri ortalığa dökmeden, mürekkebini yalayıp, çamurunu yoğurmadan, yollarını aşındırmadan bu anahtara ulaşmak mümkün olamıyor. Suyuyla, havasıyla, acısıyla cebelleşmeden elimizdeki anahtarın nimetlerini anlamak mümkün görünmüyor.

Diyelim ki tüm kapıları açacak anahtarı bulduk, elimize aldık. Sanmayalım ki artık her şey tamamdır. O anahtar ki elimizi aynı anda bi yakar bi dondurur, Allah…. Nasıl elimizden fırlatıp atacağımızı bile şaşırır kalırız. Farz edelim ki bunların hiç biri olmadı, bir bakarız ki o anahtar elimizden sessizce, su gibi akıp gitmiş. Veya veya tam eşikteyiz, kapıya dayanmışız, elimizde en güzel en uygun anahtar, kilit münasip, fakat ama ancak kapı açılmıyor. Nedensiz, niçin siz, mülksüz, kimliksiz kalıveririz.

Nedir bizden istenen bilemeyiz. Artık bitmişizdir, çökeriz. İsyan ederiz, bağırır, çağırır,  yakarır, çırpınırız. Bir yardıma, imdada, desteğe ihtiyacımız vardır. Bir el, bir omuz, bir yüz ararız. Bir söz duymak isteriz. Ses bekleriz. Lakin cevap hazırdır, çıkıp geliverir. Çokta iyi bildiğimiz bir şeydir. Sonsuz bir sessizlik, ilahi bir dinginlik.

Kalırız, nefes dahi almak istemeyiz.

Nerdedir o beraberce oynayacağımız oyuncaklar, birlikte oyunlar kuracağımız insanlar? Hani bizi sımsıcak, yumuşacık saracak olan sevgililer?  Vaat edilen ahenkli, rengârenk harikalar cenneti?  Âşıklar diyarı?

Tam da bu anda, ister inanın ister inanmayın ama bizden de istenen tek bir şey vardır. Eskisinden de daha güçlü bir şekilde ayağa kalkmamız. Keyfin neşenin doruğunda mışcasına hareket etmemiz. Ve yürüyüp ilerlememiz. En baştan hatta daha da baştan, en derinden tekrar işe koyulmamız.

Of …. Ne halt etmeğe gelmişizdir ki bu kapının önüne, eşiğinin üstüne, aklın mantığın çalışmadığı, dimağın durduğu hallerde buluruz kendimizi. Beklide her şeylerin bittiği noktadayızdır. Ve hala kapının arkasını istemekteyizdir. Düş dünyasını. Neden bunca istenir ki bu kapının arkasındaki düş dünyası.

Bilemeyiz ki yaşadığımız bu gerçekler dünyası ile arasında sadece bir adım vardır. Sadece bir kapı mesafesi. Belki de kapı bile değil belli belirsiz bir tül, varla yok arası. Belki de o bile yok. Bizden istenense, beklenense yumuşacık bir geçiş, usulcacık bir kayış.

Ama yok. Sanki ayağımız kopmuşta, yüreğimiz yarılmışta, aklımız yitmişte kalakalmışız. Sabitlenmiş dünyalanmışız. Hâlbuki nesi kötüdür ki dünyalı olmanın. En güzel gözlerle bakan her insan güzellikleri görebilir. Güzel insanlar, mavi yeşil dereler tepeler, çağlayanlar, ormanlar, renkler ve kuşlar. Güzel dostlar, aşklar.

İnatla neden istenir o düşlerin dünyası?

Çünkü Bir kere o düşlerin içine düşmüşsündür. Biliriz, tanırız o düş dünyasının düşlerini. Onlar bizimdir. Biz onların. Hatta biz onların içinden gelmekteyizdir. Biliriz ki yaratım ordadır ve ondandır. Biz o yuzdur.

 

 

 

iris.

Kasım.2016

 

 

4 Kasım 2016 Cuma

Yakarsam


 

 

Yakarsam aşikâr olur mu?

 

Kendi mabedini yıkmak ister mi insan, yani tüm varlığını bertaraf etmek, yok etmek, ortadan kaldırmak. Veya hal böyleyken kendi mabedini, kendi elleriyle bırakmak, terk etmek daha mı akıllıca olur. Bilmiyorum ki, neden ve ne zaman yıkmak, neden ve ne zaman terk etmek, ya da ‘ne için’ sorusunun cevabı var mı?

Bir sabah uyandığımda bana dedi ki ‘terk et!’  Kendi mabedini ‘terk et’ dedi …. Kendi ellerimle kurduğum, her gün bedenimden bile daha iyi bildiğim taşlarını yıkadığım, kuşlarınla konuştuğum, sonsuz gökyüzünle bakıştığım, denizinin üstünden ufkun ötesine hayaller kurduğum, bildiğim, gördüğüm, kabul ettiğim, en sevdiklerimi ağırladığım, olduğum, kimselerin bilmediği kuytularından en gizli hazinelerimi açığa çıkarttığım, kadim ağaçlarınla gölgeli, nadide çiçeklerle örtülü yegâne mabedimi bana ‘terk et’ dedi. Yıkmak, yok etmek, bozmak, dağıtmak, terk etmek, bırakmak, üstüne çıkmak, yola düşmek. Neden, nasıl, ne için.

Kimim ben.

Zaman haince işlemeye başlamıştı. Artık geri dönüşüm imkânsızdı, Mabet terk edilecekti. Belki de hiçbir zaman benim olmamıştı. Ama olsundu, ben onun olmuştum ya bir kere. İçimde ince ince ipliklerim lime lime söküldü. Yangınlarım körüklendi. Fırtınalarım patladı. Zorunlu olan kaçınılmazdı gerçekleşecekti. Mabedimi terk ettim. Ondan ayrıldım. Arkama dahi bakmadan. Bakamadan. Nasıl bakabilirdim ki. Sonsuzluğun kenarından, uçuruma gider gibiydim. Sonsuzluk uçurumuna. Yukarısı gökyüzü, aşağısı yeryüzü. Arada ortada ben. Noktası dahi olmayan ben. Sonsuzluğa mahkum olan ben. Boşlukta sürünen, yoklukta kaybolan ben.

Aşk yok.

Yangın var.

Söz bir kere kalbe düşmüştü. Yol görünmüyordu. Bilinmeyen vardı. Yürümeye mahkûmdum. Yürümek bu kadar mı zordu. Sırat ipi üstünde tek başına mı kalınırdı. Kendi dizginlerim bana çalışıyordu. Kendi kırbacım sırtımda patlıyordu. Yön belli değildi. Sert keskin kalın sınırlar vardı. Sınırlar varsa kuşlar nasıl özgür olacaklardı. Ben hep soru mu söyleyecektim, hiç görmek yok muydu? Ya yakarsam.

 Yakarsam aşikâr olur mu?

 

 

iris

Kasım.2016


27 Nisan 2016 Çarşamba

Limon Ağacı




Senin için ağlıyorum limon ağacı.
Ansızın sebepsiz bir şekilde sola doğru döndüm. Gözlerim seninle buluştu. Uzanmıştın ve canlı gözlerin pırıl pırıl bana bakıyordu. Yalvarır gibi miydin yoksa biraz hüznün mü vardı pek anlayamadım. Yoluma devam ettim. Aklıma takıldın. İçime doğru aktın. Önce yumuşacık içimi ısıttın, az sonra hafif bir hüzünle ben de baştan aşağı ürperdim. Yürüdüm..
Az sonra geri döndüğümde gördüm. Gözlerinin feri sönmüştü. Anca fark ettim ki gövdenin tam ortasından vurmuşlardı. Bir parçan, aslın, köklerin kim bilir ne tarafta kalmış, parçalanmıştın. Hayat ile bağların kopartılmış, kesilmiştin.
Kim bilir kim, kim bilir kimin için seni vurmuştu. O kendi mabedini kurmak istiyordu, senin sesin bile çıkamamıştı.
Belki canlı bomba olmuştun, belki şehit. Belki de sadece gaz bombası atan önemsiz bir polis. Belki bir çocuk, belki de bir limon ağacı.
Belki de hepsi. Belki de yapan yaptıran seyreden.
Ben senin için ağlıyorum limon ağacı.


iris
Torba. Nisan.2016


BİZ




Hepimiz gezegen tozuyuz, yaşımız da evrenin ki ile aynı.
Evimiz bu dünya, doğa ise bizi kucaklayan annemiz.
İçimiz bunu ne kadar iyi bilse de, dışımızdan bunu hemen unutuyoruz.
Dolayısıyla kendimizi bu evrenden, dünyadan, doğadan, aile ve dostlarımızdan kopuk hissediyoruz ve Huzursuzluğa düşüyoruz. Genelde de bu durumdan kurtulmak için daha da dışa dönüyor, sonunda karanlığa gömüldükçe gömülüyoruz.
Kendimizi ait olduğumuz yerde hissetmeyerek sıkışmaya başlıyoruz, sonunda da kopuyoruz. Bu durum huzursuzluk yaratıyor. Endişelerimizi korkularımız kovalıyor.

 Kaybolduk.
Tekrar uyansak, gözlerimizi açsak, farketsek.
Varlığımızın kaynağı olan evren, Canımızı da bulduğumuz yer.
Bu kadar bütün, bu kadar birlikte, bu kadar beraber çalışan evrenin bizi desteklememesi ise mümkün değil.
Bırakalım biz doğmadan önce olanları, doğduğumuz anda bile bulduğumuz ev, büyüyüp gelişmek için doğadan aldıklarımız, çevremiz, gördüğümüz güzellikler, daha nice bilmediğimiz şeyler hepsi evrenin bize sundukları. Yaşamak için aldığımız nefes ise evren ile aramızdaki bağ. Nefes almadan, tüm dışarıyı en yumuşak bir şekilde içimize doldurmadan, aldığımız bu nefesi bedenimizin en ücra köşesine ulaştırıp okşatmadan ve aynı nefesi kendiliğinden yine en yumuşacık haliyle dışarıya bırakmadan hayatımızı devam ettirmemiz mümkün değil. Aldığımız verdiğimiz ve vücudumuzun her tarafını dolaşan nefesle tüm evrenin iş birliği var. Bedenimizin müthiş organizasyonu, atomların dizilimi, o küçücük hücreler, organlar, sistemler, beyin, düşünce, algı, yıldızlar, uzay hepsi evrenin bize desteği. O nefes ki bizim için bir can. Tüm var oluş o canı mevcut kılabilmek için var.

Ruhumuz ise kim bilir hangi âlemlerin nerelerinden gelip bize katılıyor.

Tüm âlemler bizi desteklerken bizim kendimizi hepsinden ayrı ve kopuk hissetmemiz ne demek?
Mutlaka yanlış giden bir şeyler var.

Koptuk.
Koptuk ki, doğa ve evrenden kendimizi ayrı tuttuk.
Koptuk ki, içimizin en derinlerinden bildiği bir gerçeği bir kere daha unuttuk. Her şey, her yer bir bütün. Bu kaybettiğimizi sandığımız bütünlüğü bulmak demek, kendimizi de bulmak demek.
Kendini bulmak, kendine bakmak, kendini geliştirip derinleştirmek demek. Kendini genişletmek büyütmek demek. Kendi olmak kendinde olmak kendinden olmak demek.

Bunu yapmak zorundayız.  Kendimizi yaratmalıyız.

Bu bulunduğumuz noktada bizden sadece kendimizi gerçekleştirmemiz isteniyor.
 Kendimizi eylemlerimizden gerçekleştirmemiz isteniyor.
Bunun için tüm evren bize amade. Evren tüm sonsuzluğu ile önümüze serilmiş durumda.
Evren her yanıyla bizi destekliyor.
Peki, kendimiz olmamız isteniyor, kendimizi geliştirmemiz isteniyor da..
Tüm bunları isteyen kim?
Evren neden bizi destekliyor?
Kendimizi gerçekleştirmemizi isteyen kim?
Evren.
Biz.
Peki, Evren kim?
Biz.
Bizi destekleyen kim?
Evren.
Gene Biz.
Hepsi biz.
Biz.




iris
nisan.2016.Bodrum


EL





Bir el uzandı.
Elimi uzattım.
Eller ellere buluştu.
Ellere baktık.
Sanki sonsuzluktan gelmiştik.  Gökyüzünden Yeryüzüne inmiştik..
Kıymetli olduklarını bildik.

Derinlerden gelmişlerdi.
En içten doğmuşlardı.
Kendimizden yaratılmıştık ve yaratmağa gelmiştik.

EL idiler.
Ve Çok değerli idiler.

Özgürdüler; kim olduklarını biliyorlardı.
Özgündüler;  kendilerine bağlanmışlardı.
Çalışkandılar; güçlerine inanıyorlardı.

Etten kemikten yapılmışlardı ve mayalarına toprak dokunmuştu.
Parmakları vardı. Avuçları büyüktü. Basiretli ve becerikliydiler.
Çalışkandılar.

EL idiler.

Belki de düşünüyorlardı ve bir amaçları vardı.
Belki de sadece yapıyorlar, üretiyorlar, sunuyorlar ve geçip gidiyorlardı.

Arınıyorlardı.

Beraber olmaktan hoşlanıyorlarduk.
Tokalaşıyor, buluşuyor, oynuyorduk.
El ele tutuşuyor, hep alkışlıyorduk.

Neşeliydiler.

Acıları da vardı. Esaretleri, tebessümleri de vardı.
İfade etmeyi biliyorlardı. Kavgayı, okşamayı, selamlaşmayı ve veda etmeyi biliyorlardı.
Kararlıydılar. El el üstüne değmişti.
Sırları vardı. Kutsaldılar.

Sessizdiler. Bilgeydiler. Sonsuzluğu biliyorlardı çünkü coşkuluydular.

Kıymetli olduklarının farkındaydılar.
Dokunuyorlardı ve hissediyorlardı.

Seviyorlardı, ayrıca adanmışlardı.
Cana, varlığa, öze, aşka adanmışlardı.

Bir de insana..





iris
Torba. 2016